Content feed Comments Feed

Jacobin Latin Amerika’dan Martin Mosquera, İtalyan tarihçi Enzo Traverso ile  dünyadaki aşırı sağ yükseliş ve buna paralel sayısı artan aşırı sağ iktidarlardan yola çıkarak, faşizmin güncel karakteri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Traverso, faşizmin bugünkü biçiminin, 20. yüzyılın ilk yarısında hâkim olan şekli ile önemli farklılıklar gösterdiğini belirtiyor.


 - İspanyolcaya “Las Nuevas Caras de la Derecha” olarak çevrilen (Türkçeye Faşizmin Yeni Yüzleri ismi ile çevrilmişti; ç.n.), oldukça etkili bir kitap yazdınız ve bu kitapta “post-faşizm” terimini ortaya attınız. O zamandan bu yana birkaç yıl geçti ve aşırı sağın yükselişiyle bağlantılı, o dönemde ele alamadığınız önemli olaylar ortaya çıktı: ABD'de Kongre Binası'na yapılan saldırı, Brezilya'da Jair Bolsonaro'nun benzer girişimi, Arjantin'de Javier Milei'nin zaferi, Trump'ın yeniden yükselişi vb. Bu yeni olaylar ışığında, aşırı sağ ve post-faşizm kavramını bugün nasıl analiz ediyorsunuz?

Bahsettiğiniz kitap, 2016'nın başlarında, ABD seçim kampanyası sırasında, Trump'ın ilk döneminden önce yapılan bir röportajdan ortaya çıktı. Sonra, seçimlerden sonra, neredeyse on yıl önce, bir tür ikinci röportaj yapıldı. Dediğiniz gibi, bağlam önemli ölçüde değişti, bu yüzden mantıklı bir soru ortaya çıkıyor: kitabımın orijinal baskısına kıyasla neyin değiştirilmesi gerekir?

Genel çerçeveyi değiştirmezdim. O röportajda özetlemeye çalıştığım post-faşizm kavramı, bu olguyu tanımlamak için benim için hâlâ kullanışlı, ancak bunu kapalı, tanımlanmış bir olgu olarak görmüyorum. Bana göre bu hâlâ geçici bir fenomen ve nihai sonucunu tam olarak anlamak veya tanımlamak hâlâ zor. Ancak, pek çok şeyin değiştiğine şüphe yok ve on yıl önce zaten tespit edilip analiz edilen bazı eğilimler şimdi çok daha net ve küresel ölçekte konsolide olmuş durumda. Bahsettiğiniz tüm fenomenler bunu doğruluyor; ister Avrupa ister Amerika Birleşik Devletleri ister Latin Amerika, hatta daha ötesinden bahsediyor olalım.

En dikkat çekici değişim, bence, sadece radikal sağın güçlenmesi değil, aynı zamanda yeni meşruiyetidir. On yıl önce yaptığım analizden bu yana değişen şey, bugün radikal sağın küresel olarak egemen elitler için meşru ve birçok durumda imtiyazlı bir muhatap haline gelmesidir. On yıl önce durum böyle değildi. O zamanlar Trump'ın seçim zaferi sürpriz olmuştu. Tüm anketler ve analistler, Hillary Clinton'ın kazanacağını varsayıyordu, çünkü o, müesses nizamın, elitlerin adayıydı. Öte yandan Trump, kendi partisi olan Cumhuriyetçi Parti içinde birçok engelle karşılaştı ve seçildiğinde, tamamen beklenmedik bir şekilde kazanan bir aykırı tip olarak algılandı.

2016 ile 2025'i karşılaştırırsak, o zamanlar Trump göreve başladığı gün tek bir başkanlık kararnamesi imzalamıştı. Bugün ise onlarca imza attı. 2016'da başkan olarak ne yapacağı konusunda tam olarak net değildi; bugün ise nasıl hareket edeceği konusunda çok net fikirleri var. Ve tabii ki artık bir aykırı tip değil: Amerika Birleşik Devletleri'nin başkanı ve arkasında sağlam bir yapı var. 2016'da Bolsonaro da aykırı bir tipti ve kimse Milei gibi birini hayal bile edemezdi. Giorgia Meloni, İtalyan siyasetinde tamamen marjinal bir figürdü. 2017 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında, tüm gözlemcileri şaşırtan şey Emmanuel Macron ve Marine Le Pen arasındaki televizyon tartışmasıydı. O zamanlar, Le Pen açıkça güvenilmez bir izlenim bırakmıştı: Avrupa Birliği veya euro ile ne yapacağı sorulduğunda, net ve ikna edici bir cevap verememişti.

Kısacası, radikal sağ, elitler tarafından geçerli bir seçenek olarak görülmüyordu. Aksine, hem Amerika Birleşik Devletleri'nde hem Avrupa'da hem de Latin Amerika'da büyük bir şüpheyle karşılanıyordu. Bolsonaro bile Brezilya'nın büyük iş dünyasının doğrudan adayı olarak kazanmadı. Orduda ve bazı ekonomik sektörlerde desteği vardı, evet, ama kazanan aday yine de o dönemde çok daha güçlü bir seçenek gibi görünen İşçi Partisi (PT) idi. 2017'de Avrupa'da bir tür travma olarak yaşanan bir olay meydana geldi: Alternative für Deutschland'ın (AfD) Alman parlamentosuna girmesi bir dönüm noktası oldu. Kısa süre sonra İspanya'da Vox ortaya çıktı. Ve manzara önemli ölçüde değişti.

Ancak bu süreç doğrusal bir şekilde ilerlemedi. Trump ve Bolsonaro'nun zaferinden dört yıl sonra ikisi de seçimleri kaybetti. Bu arada pandemi ve onun beraberinde getirdiği küresel ekonomik kriz yaşandı. Kitabımda şu yönde bir hipotez ortaya attım: Uluslararası bir kriz meydana gelirse ne olur? Bu büyüklükte bir krizin post-faşizmi yeni bir faşizm biçimine dönüştürebileceğini savundum. Ancak öyle olmadı. Kriz, radikal sağı güçlendirmek yerine zayıflattı, çünkü bu büyüklükteki zorluklarla başa çıkamayacağı ortaya çıktı.

O zamanlar çift yönlü bir değişimden bahsediyordum. Bir yandan, olağanüstü yasaların uygulanması, bireysel ve toplumsal özgürlükleri ve kamusal eylem alanlarını sorgulayan bir olağanüstü hâl ile potansiyel olarak otoriter bir değişim. Bu açıdan, radikal sağ bu otoriter değişimi yönetmek için ideal aday. Ancak diğer yandan, pandemi, biyopolitik bir değişim de yarattı; vatandaşların fiziksel olarak beden olarak tanımlanmasını, nüfusun korunmasını amaçlayan güçlü devlet müdahalesiyle oldu bu. Bu alanda radikal sağ her ülkede başarısız oldu. Bu bir gerileme anıydı ve genel olarak sonraki seçimleri kaybettiler.

Sonra yeni bir dalga geldi, şu anda karşı karşıya olduğumuz dalga. Bu yüzden ısrar ediyorum: bu doğrusal bir süreç değil, ancak genel eğilim oldukça açık. Bu, iyi tanımlanmış bir profile ve net özelliklere sahip yeni bir faşizmle karşı karşıya olduğumuz anlamına gelmiyor. Bence bu hâlâ çok heterojen bir yapı ve birleşme biçimleri arayışında. Ve bugün post-faşizm ile küresel elitler arasındaki bu yeni ittifak yadsınamaz olsa da, gerilimler ve çelişkilerle dolu olmayı sürdürüyor. Gramsci'nin terimiyle yeni bir tarihsel bloktan henüz söz edemeyiz. Bu, bir blok oluşumundan çok, ortak çıkarlar temelinde bir birleşme.

 Yeni radikal sağın yükselişiyle birlikte faşizm üzerine tartışmalar yeniden şiddetle gündeme geldi. Bu tartışma -eğer bu faşizm ise-, bunun 1930'larda olduğu gibi tek parti veya kurumsal devlet gibi unsurlarla siyasi rejimin değişmesi anlamına geldiğini savunanlar ile liberal demokrasinin biçimsel geçerliliği korunursa bunun sadece farklı bir özelliğe sahip geleneksel sağın yeni bir versiyonu olacağını savunanlar arasında kutuplaşma eğiliminde.

Soru, bu kutuplaşmanın yanlış olup olmadığıdır. Yani, mevcut otoriter fenomenler, Viktor Orbán'ın Macaristan'ının temsil ettiği şeye daha çok benzemiyor mu: liberal demokrasi çerçevesinde gelişen, en azından dışsal biçimlerini koruyan otoriter bir rejim. Bu tartışma hakkındaki görüşünüzü ve özellikle, tarihsel faşizm ve geleneksel sağın aksine, yeni aşırı sağ için bir tür siyasi ütopya olarak düşünülebilecek Orbán modeline ne kadar yer vereceğinizi bilmek isteriz.

Evet, bu yeni radikal sağın temel bir özelliği ve ben de diğer birçok gözlemci gibi bunu on yıl önce zaten belirtmiştim. Klasik faşizm, faşizm ve demokrasi arasında radikal bir ikilem oluşturdu: kendini açıkça anti-demokratik olarak tanımladı. Bu, sadece ideologları tarafından teorize edilmedi, aynı zamanda karizmatik liderleri tarafından da gururla iddia edildi. Mussolini'nin demokrasiyi ludus cartaceus, yani basit bir “kağıt oyunu” olarak tanımlayan ünlü sözünü hatırlamak yeterlidir. Faşizm, demokrasiye olan nefretini açıkça sergiliyordu. Ancak bugün, post-faşist olarak adlandırdığım tüm hareketler ve liderler demokratik bir retorik benimsemektedir. Hepsi liberal demokrasinin çerçevesine ait olduklarını iddia etmekte ve hatta kendilerini onun en büyük savunucuları olarak sunmaktadır. Bu retorik, kamuoyunda meşruiyet kazanmaları için temel bir rol oynamıştır.

Örneğin Marine Le Pen, sadece partisinin adını değiştirmekle ve babasıyla ilişkisini kesmekle kalmadı, aynı zamanda Beşinci Cumhuriyet kurumlarına ve demokratik değerlere bağlılığını da açıkça teyit etti. İtalya da başka bir örnek teşkil ediyor. Giorgia Meloni, açıkça faşist kökenlere sahip bir partinin lideri. Birkaç yıl öncesine kadar bu mirası gururla savunuyordu. Ancak iktidara geldikten sonra faşizmi savunmaktan vazgeçti. Elbette kendini antifaşist ilan etmiyor, ancak faşizmin “demokratik” doğasında ve mevcut kurumsal çerçeveye bağlılığında sürekli ısrar ediyor.

Amerika Birleşik Devletleri'nde bu paradoks en uç noktaya ulaşıyor: Ocak 2021'de Kongre Binası'na yapılan saldırı, demokrasi adına gerçekleştirildi. Protestocular, Demokratlar tarafından kendilerinden “çalınan” demokrasiyi savunduklarını iddia ettiler. Başka bir deyişle, kendilerini gerçek demokratlar olarak sundular.

Bu, temel bir dönüşümdür: Yeni radikal sağın demokrasi ile ilişkisi, tarihsel faşizminkinden tamamen farklıdır. Sorunuzda haklı olarak belirttiğiniz gibi, bugün demokrasi ile faşizm arasındaki sınır artık net değildir. Yirmi birinci yüzyıl faşizmi, demokratik biçimleri ortadan kaldırmayı değil, içinden müdahale etmeyi, onları aşındırmayı ve içinden dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Faşizm ile demokrasi arasındaki sınırların bulanıklaşması, Poulantzas'ınkiler gibi eski analitik kategorileri biraz eskimiş hale getirmiştir, buna daha sonra döneceğim.

Ancak, bu değişimi açıklamaya yardımcı olan başka bir tarihsel farkı da göz önünde bulundurmalıyız. Savaşlar arası dönemde demokrasi, alt sınıfların tarihi bir zaferi, Ekim Devrimi'nin ve Büyük Savaş'ın ardından 19. yüzyıl liberal düzeninin çöküşünü izleyen devrimci dalganın bir ürünü ya da yan ürünü olan yeni bir kazanımdı. Bu, acımasız bir kriz dönemi olmakla birlikte, önemli demokratik ilerlemelerin de yaşandığı bir dönemdi: birçok ülkede erkeklere genel oy hakkı verildi, bazı ülkelerde kadınlar oy hakkı kazandı, kamusal alan dönüştü ve yeni halk katılımı biçimleri ortaya çıktı. Bu bağlamda, faşizm açıkça demokrasinin düşmanı olarak ortaya çıktı. Bu durum 1920'lerden itibaren İtalya'da, 1933'te Weimar Cumhuriyeti'nin ani yıkılmasıyla Almanya'da ve faşizm ile demokrasinin doğrudan çatışması olan İspanya İç Savaşı'nda görüldü.

Ancak bugün durum tamamen farklı. Demokrasi artık savunulması gereken bir kazanım olarak değil, boş bir kabuk olarak görülüyor. Batı dünyasının büyük bir bölümünde –ve küresel ölçekte de söyleyebiliriz– demokrasi, kamusal alanın ticari nesneleştirilmesi, kurumların içinin boşaltılması, ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkinin yapısal dönüşümüyle derinlemesine aşınmış, biçimsel bir kabuk olarak algılanıyor. Artık kimse demokrasiyi özgürleştirici bir vaat olarak görmüyor. Amerika Birleşik Devletleri'nde Elon Musk, Donald Trump'ın seçim kampanyasına 270 milyon dolar bağışlayarak destek verdi ve ardından onun yönetimine katılarak önemli pozisyonlar üstlendi. Böyle bir bağlamda, kimse demokrasiyi eşitlik, özgürlük ve adaletin garantisi olarak tanımlayamaz.

Ancak, Amerika Birleşik Devletleri örneğinin ötesinde, insanların faşizmden gerçek bir tehdit olarak bahsettikleri çok nadir duyulur. Ve Amerika Birleşik Devletleri'nde bile, “Trump faşizmi” hakkındaki tartışma büyük ölçüde liberal elitlerle sınırlıdır. Örneğin Joe Biden ve Kamala Harris, seçim kampanyası sırasında onu faşist olarak nitelendirdiler ve New York Times gibi yayın organlarında bu konu hakkında tartışmalar var. Ancak orada bile Trump, genellikle yabancı bir cisim, Batı demokrasilerinin paradigması olan Amerikan demokrasisine dışarıdan düşen bir anomali olarak tasvir ediliyor. Başka bir deyişle, o gerçekte olduğu gibi, Amerikan toplumu ve demokratik sisteminin gerçek bir ürünü olarak algılanmıyor.

Ve halk sınıflarının, çalışanların büyük bir kısmı için demokrasiyi savunmak, kaygı listelerinin en altında yer alıyor. Neden Trump'ı demokrasiye bir tehdit, Biden'ı ise kurtarıcı olarak görsünler ki? Bu karşıtlık onlara mantıklı gelmiyor. Elbette, burada bir dereceye kadar körlük var -Trump bir tehdit- ama sorun daha derin: Demokrasiyi, bugün var olanla eşleştirerek savunamazsınız. Asıl soru, hangi demokrasiyi savunmak, hangi demokrasiyi inşa etmek istediğimizdir.

Çünkü demokrasi sadece bu içi boş kurumlardan ibaretse, onları savunmak için büyük bir antifaşist hareketi seferber etmek çok zor olacaktır, özellikle de onlara saldıranlar kendilerini demokrat olarak tanıtıyor ve bu kurumların işlevsiz olduğunu -bazı gerekçelerle- söylüyorsa. Savunacak ne var ki? Sorun bu.

- Bu yeni aşırı sağın ayırt edici özelliklerinden birinin, elitler arasında artan desteği olduğunu belirttiniz. Trump örneğinde bu özellikle belirgin görünüyor: 2016'ya göre Cumhuriyetçi Parti üzerinde çok daha güçlü bir kontrolü var, her iki meclisin desteğine sahip, Yüksek Mahkeme onun gündemine uyumlu ve yönetici sınıfın büyük bir kısmı artık onunla çok daha uyumlu görünüyor. Bu ikinci dönemden, hem iç hem de dış politikada ne bekleyebiliriz?

Bu, bugün birçok kişinin sorduğu bir soru, ancak kolay bir cevabı yok. Ve bu, kısmen, klasik faşizmden önemli bir farka işaret ediyor. Tarihsel faşizm net bir projeye sahipti: tanımlanmış bir siyasi rejim, bir iktidar stratejisi, iç ve uluslararası düzen kavramı. Örneğin İtalyan faşizmi, Akdeniz'i kendi mare nostrum'u, yani hayati alanı haline getirmeyi hedefliyordu. Alman faşizmi ise kıta Avrupası'nı kontrol etmeyi ve özellikle Doğu Avrupa'yı imparatorluk ve askeri olarak fethetmeyi amaçlıyordu. İspanya'da Franco, “kızılları ezmeyi” ve ulusal bir Katolik diktatörlüğü kurmayı hedefliyordu. Başka bir deyişle, rejim ve dünya hakkında oldukça tutarlı bir fikir vardı.

Trump ile mevzular o kadar net değil. Mesajları genellikle çelişkili ve saf demagoji ile gerçek bir stratejik yönelim olarak anlaşılabilecek şeyleri ayırt etmek zor. Örneğin, Mars'a Amerikan bayrağını dikeceğini, Grönland'ı ilhak etmenin iyi bir fikir olacağını, hatta Kanada'nın bir sonraki Amerikan eyaleti olması gerektiğini söylüyor. Gerçek şu ki, bunun arkasında, Çin ile ilişkilerinin yeniden tanımlanması ve diğer alanlardan nispeten geri çekilme çerçevesinde, Amerika Birleşik Devletleri'nin kıtasal etkisini pekiştirmeyi amaçlayan jeopolitik bir proje yatıyor. Bu, imparatorluk özellikleri kazanan bir hegemonyacı hırs, ancak paradoksal olarak, bir zayıflamanın ürünü: Amerika Birleşik Devletleri, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra hayal ettiği gibi dünyayı domine etme arzusundan vazgeçti.

Ancak bunlar spekülasyondur, çünkü açıkça tanımlanmış bir proje yok. Neredeyse yirmi beş yıl önce, 11 Eylül 2001'den sonra, Bush'un yeni-muhafazakâr sağının stratejik çizgileri daha netti. Robert Kagan gibi bazı ideologlar ve stratejistler bunları kesin olarak tanımlamışlardı. Trump'ın arkasında, birbirlerinden nefret eden Steve Bannon gibi klasik faşistler ve Elon Musk gibi radikal neoliberalciler gibi oldukça çelişkili bir grup bulunmaktadır. Analistler, Trump'ın uluslararası ticarete yönelik önlemlerinin tutarlılığını anlamakta zorlanmakta.

Trump daha klasik ifadeler kullandığında bile -örneğin “Amerika'yı Yeniden Büyük Yap” dediğinde- bu büyüklüğün içeriği belirsizdir. ABD'nin küresel süper güç rolünü geri kazanmasından bahsediyor gibi görünse de, aynı zamanda Çin gibi ülkelerle doğrudan çatışma politikası izlemekten kaçınmakta. Aslında, Çin ile bir anlaşma arayışında ve aynı şekilde Çin'in müttefiki olan ancak çok daha zayıf olan Rusya ile de öyle. Trump, bir süper gücün fethetme yeteneğine sahip olması gerektiğini, ancak aynı zamanda çatışmalar yaratma yeteneğine de sahip olması gerektiğini söylüyor. İşte burada Ukrayna konusundaki tutumu devreye giriyor; burada yeni bir sayfa açmayı öneriyor. Ya da Orta Doğu konusunda, İsrail ile ittifakı açıkça ortada, ancak savaşı sonsuza kadar sürdürmeye pek istekli görünmüyor. Siyasi kampının nihai hedefi muhtemelen Gazze ve Batı Şeria'nın tamamen kolonileştirilmesi, ancak Trump'ın stratejisinin, bu sonucu elde etmek için Gazze'deki soykırımı uzatmak olduğunu sanmıyorum.

Dolayısıyla, güçlü bir programatik tutarlılık olmaksızın bir dizi eğilim görüyoruz. Ve bu da mevcut uluslararası bağlamın bir parçası. Savaşlar arası dönemle benzerlikler aramak istersek, en açık olanı iç politikada değil, küresel durumda yatıyor: istikrarlı bir uluslararası düzenin, bazı durumlarda sistemik bir düzenin yokluğu ve gerileyen ve yükselen güçler arasındaki rekabet. Bu senaryoda, hem Amerika Birleşik Devletleri hem de diğer aktörler için net sınırlar çizmek zor. Bu nedenle, Trump'ın bugün 1933'teki Hitler kadar net ve tutarlı fikirleri olduğunu düşünmüyorum. 1933 ile 1941 arasında Nazi politikası oldukça net bir çizgi izledi. Trump'ın durumunda ise, bu tutarlılığı veya uzun vadeli bir stratejik projeyi hayata geçirebileceği koşulları görmüyorum.

1920'ler ve 1930'larla olası bir benzetme olarak, sadece ekonomik veya siyasi bir krizle değil, daha derin bir kargaşa, bir tür uzun vadeli yapısal krizle karşı karşıya olduğumuzu belirttiniz. O zamanlar, 19. yüzyıl liberal düzeninin çöküşü söz konusuydu; bu bağlamda, faşizmin yükselişi, Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya gibi bazı güçlerin çöküşüyle de bağlantılı görünüyordu. Sizce bu bağlantı günümüzde de kurulabilir mi? Başka bir deyişle, bugün yeni aşırı sağın yükselişiyle tanık olduğumuz durum, Asya'nın, özellikle de Çin'in yükselişi karşısında Batı'nın daha geniş bir çöküş süreciyle bağlantılı olabilir mi? Sizce bu jeopolitik çekişme, bu sağcı hareketlerin yükselişinde önemli, ancak belki de dolaylı bir motivasyon mu?

Hayır, bu anlamda bir benzetme yapabileceğimizi düşünmüyorum. Karşılaştırmalar yapılabilir, ancak temel farklılıklar var. Savaşlar arası dönemde, on dokuzuncu yüzyılın liberal düzeninin çöküşüyle karşı karşıya kalan –laissez-faire kapitalizm (regülasyonlardan azade, bir nevi ‘bırakınız yapsınlar’ kapitalizmi; ç.n.), modernize edilmiş “kalıcı eski rejim” devletleri (Arno J. Mayer'e göre), temsili ama pek demokratik olmayan kurumlar- iki alternatif model ortaya çıktı ve bunlar, kendi başlarına birer medeniyet projesiydi. Bir yanda, özgürleşme, eşitlik ve devrim ütopyasıyla sosyalizm, diğer yanda, ulus, ırk ve hâkimiyeti yücelten faşizm. Her ikisi de geleceğe dair vizyonlardı, insanların hayatlarını kökten dönüştürmeyi vaat eden kapsamlı toplum modelleriydi.

Bugün, yeni sağda buna benzer bir şey görmüyorum. Ufukta bir ütopya ya da medeniyet projesi yok. Bu yüzden “post-faşizm” kavramını yararlı buluyorum, çünkü bu radikal sağcı hareketler son derece muhafazakârdır. Onların dürtüsü ileriye değil, geriye dönüktür: aradıkları şey geleneksel düzeni yeniden kurmaktır. Savundukları değerler -egemenlik, aile, ulus- onları birbirine bağlayan bir tür kırmızı iplik oluşturur.

Örneğin Trump, Amerika Birleşik Devletleri'nde sadece erkekler ve kadınlar olduğunu iddia ediyor, diğer cinsiyet kimliklerinin varlığını reddediyor ve LGBTQ+ topluluğunu bir tehdit olarak sunuyor. Bu, çeşitliliği veya zor kazanılmış hakları temsil eden her şeye karşı gerici bir saldırıdır. Gelenekselliğe dönüş, çevrecilik karşıtlığı, iklim değişikliği ile ilgili küresel gündemleri reddetme ve uluslararası anlaşmalar yerine yerli üretimi destekleme tutumunda da açıkça görülmektedir. “Amerika'yı Yeniden Büyük Yap” sloganı, belirli bir gelecek hayalini besleyen bir slogandır, ancak bu gerici bir hayaldir: Amerika Birleşik Devletleri'nin güçlü, müreffeh ve baskın olduğu bir döneme dönüş. Bu yeni bir öneri değil, geçmişin idealize edilmesidir.

Javier Milei'nin Arjantin'i gibi bazı örneklerde, yeni bir medeniyet modeli inşa etme girişimi olduğu izlenimi uyandırılabilir. Milei, aşırı neoliberalizmden ilham alan yeni bir toplumun mimarı olarak kendini tanıtıyor. Ancak bu proje de aslında yeni değil. Konuşmalarını ve tutumlarını okursanız –Arjantin'deki durumu derinlemesine bilmediğimi belirtmek isterim, bir dış gözlemci olarak konuşuyorum– Hayek'in fikirleriyle açık bir paralellik olduğunu görürsünüz. En çok bilinen metni olan Kölelik Yolu’ndan çok, Hayek'in tamamen piyasa tarafından yönetilen bir toplumu anlattığı Hukuk, Yasama ve Özgürlük kitabıyla paralellik var. Milei'yi ilham kaynağı olarak gören model budur: otoriter neoliberalizm (ya da neoliberal post-faşizm, isterseniz; farklı isimlerle anılabilir).

Yeni olan şey, varsa, devletin bu modeli nihai sonuçlarına ulaştırmaya çalışmasıdır. Geçmişte de neoliberalizm, Birleşik Krallık'ta Margaret Thatcher, Amerika Birleşik Devletleri'nde Ronald Reagan ve Şili'de Augusto Pinochet'nin önderliğinde etkiliydi. Ancak bu örneklerde amaç, refah devletinin kazanımlarını (New Deal, savaş sonrası Keynesçi model) ortadan kaldırmak, sıfırdan “saf” bir piyasa toplumu kurmak değildi. Dahası, bunu genellikle hâlâ çok güçlü olan devletlere dayanarak yaptılar, Şili örneğinde olduğu gibi, Pinochet diktatörlüğü, bir karşı devrimden doğan aşırı merkezi bir aygıttı.

Milei'nin şu anda amaçladığı şey başka bir şey: neoliberal modeli yeni bir medeniyetin çekirdeği haline getirmek. Ancak, ısrarla belirtmek isterim ki, bu yeni bir proje değil. Klasik faşizmin “yeni insanı” değil. Küresel dünyayı zaten domine eden antropolojik modelin radikalleştirilmiş bir versiyonu: bireycilik, rekabet, piyasa. Weber'in sözleriyle ifade etmek gerekirse, neoliberalizmin antropolojik modelini oluşturan belirli bir Lebensführung, bir “yaşam tarzı” ile kopuşu yok. Milei bu ethos'u icat etmedi. Onun yaptığı şey, bunu aşırıya götürmek ve bundan yeni bir toplumun ortaya çıkacağını iddia etmektir. Ancak bu, tarihsel bir alternatif değil, zaten var olanın yoğunlaştırılmasıdır. Ve bana göre bu dikkate alınmalıdır. Bu proje, şüphesiz, son derece anti-demokratiktir ve otoriter özellikler taşır, ancak Poulantzas'ın 1970'lerde düşündüğü gibi devletin güçlendirilmesinin tam tersidir. Post-faşizm, tarihsel faşizm gibi devletçi değildir. Trump, Amerikan devletini parçalamaktadır ve bu büyük bir farktır.

- Jacobin'de, önceki sayımızda geliştirdiğimiz ve sizin görüşlerinizi almak için paylaşmak istediğimiz uluslararası durumla ilgili bir hipotez üzerinde çalışıyoruz. Bizim fikrimiz, son on yılın bir noktasında –tam olarak tarihini belirlemek zor olsa da– küresel siyasi döngüde bir değişim yaşandığıdır. Sembolik bir tarih seçmek zorunda olsaydık, bu tarih 2015 ile 2016 arasında olurdu, çünkü bu dönemde bir dizi çok önemli olay meydana geldi: Yunanistan'da Syriza'nın yenilgisi veya teslim olması, bu olay küresel sol üzerinde güçlü bir etki yarattı ve paralel olarak ABD'de Trump'ın zaferi ve Birleşik Krallık'ta Brexit. Aynı zamanda, Arjantin'de sağın zaferi ve Brezilya'da Dilma Rousseff'e karşı parlamento darbesi ile Latin Amerika'daki ilerici hareketin krizinin başladığı andır.

O andan itibaren, 2008 krizinin yarattığı hoşnutsuzluğun siyasi yönünün tersine döndüğü hissediliyor. O ana kadar sol, bu hoşnutsuzluğu kanalize etme konusunda belirli bir kapasiteye sahipti: Avrupa'daki indignados, Yunanistan'daki genel grevler, Latin Amerika'daki ilerici döngü, Arap Baharı... Ancak o andan itibaren, bu süreçlerin başarısızlığı, durgunluğu veya yenilgisini görüyoruz: Latin Amerika'daki ilerici hareketler krize giriyor, Avrupa solu ağır bir darbe alıyor, Arap Baharı bir felakete dönüşüyor ve Anglosakson solu da durgunlaşıyor.

- O halde, o anda yaşanan şeyin küresel bir değişim olduğu düşünülüyor: sol neredeyse her yerde savunmaya geçti ve aşırı sağ saldırıya geçti. Katılıyor musunuz?

Bu çok ilginç bir hipotez ve ben de büyük ölçüde katılıyorum. Belki bir nüans eklemek isterim. Yeni bir dalga yaşadığımız doğru –daha önce pandemiyle birlikte meydana gelen bir dönüm noktasından bahsetmiştim– ancak sağın bu yeni yükselişinin koşullarından biri de tam olarak küresel ölçekte solun krizi. Bahsettiğiniz tüm unsurlar önemli.

Hatta daha da ileri gideceğim: Arap devrimlerinin felci ve yenilgisi kilit bir an ve bugün Gazze'de yaşananlar da bunun en trajik sonuçlarından biri.

Buna ek olarak, 1990'larda Latin Amerika'da ortaya çıkan direniş modelinin krizi de var. Bu yeni bir model değildi, ancak elimizde neoliberal saldırıya karşı bir direniş biçimini temsil eden bir kıta vardı. Bugün, bu direnişin aktörleri krizde ya da tamamen meşruiyetini yitirmiş durumda ve bunun derin siyasi sonuçları mevcut. Venezuela veya Bolivya gibi örnekler üzerinde durmayacağım, ancak Arjantin'deki yenilgimizden veya bölgenin en önemli ülkesi olan Brezilya'da solun Lula dışında başka bir isim önerememesinden de bahsedebiliriz. Bu da krizin bir yansımasıdır.

Avrupa'da, sizin de söylediğiniz gibi, yeni bir modeli denemek amacıyla solu yeniden yapılandırmaya yönelik önemli girişimler oldu ve Syriza ile Podemos bu döngünün başrol oyuncularıydı. Onların yarattığı beklentiler çok büyüktü... Ve ne yazık ki, başarısızlıklarının etkisi de öyle oldu. Amerika Birleşik Devletleri'nde durum farklı. O kadar büyük bir yenilgi yaşanmadı, ancak sol ile Demokrat Parti arasındaki simbiyotik ve belirsiz ilişki, ilerlemeyi engelleyen büyük engeller yaratıyor.

Evet, post-faşizmin ortaya çıkışı solun bu siyasi ve stratejik krizine dayanıyor. Ama sadece bu değil. Bu kriz, çok daha uzun bir sürecin, bir dizi tarihsel yenilginin bir parçası. Uzun vadeli bir bakış açısıyla, 20. yüzyıl devrimlerinin tarihsel döngüsünün kapanmasının sonuçlarını yaşıyoruz. Bunlar, etkileri günümüzü şekillendirmeye devam eden uzun vadeli yenilgiler. 2015 ve 2016'daki gerilemeler belirli bir dönemin parçası, ancak aynı zamanda yapısal bir eğilimin, solun küresel ölçekte yeni modellerle ortaya çıkamadığı tarihi bir yenilginin parçası.

Yeniden yapılanmayı düşünmek hiç de kolay değil. Ancak Bernie Sanders'ın son müdahalesi beni derinden etkiledi. Sanders şu uyarıda bulundu: “Dikkatli olun, Trump'ın gündemine boyun eğmemeliyiz.” Solun, aşırı sağın söyleminin her noktasına yanıt verme eğilimi var, ancak bunu aynı sağın dayattığı çerçeve içinde yapıyor. Sanders daha sonra “Trump'ın söylemediklerini konuşmalıyız” diye uyarıyor. Solun gündemi bu olmalı: bugün egemen söylemde tamamen yok olan bir toplumsal gündem.

Şu anda, 1930'larda olduğu gibi, bugünün solunun yalnızca antifaşizmle yeniden inşa edilebileceğine inanmıyorum. Birincisi, bugün demokrasi aynı şekilde savunulamaz. İkincisi, antifaşist mücadele diğer temel boyutlarla birlikte ifade edilmelidir: sosyal, ekonomik ve çevresel konular ve medeniyet olduğunu iddia eden neoliberal bir toplum modeliyle yüzleşme. Bu ifade edilen yaklaşım çok önemlidir.

Dahası, küresel dünya artık 20. yüzyılın ilk yarısındaki gibi değil. Klasik faşizmin bir tarihi vardı, ancak o dönemin antifaşizmi evrensel bir söylem değildi. Batı dışında meşruiyeti yoktu. Sömürgecilikle bağı, demokrasinin Batı dünyasıyla sınırlı olması... tüm bunlar onu sınırlıyordu. Bugün de benzer bir şey oluyor.

 

Jacobin Latin Amerika’da yayımlanan söyleşinin, https://internationalviewpoint.org/spip.php?article9116 adresinde yer alan İngilizce çevirisinden Türkçeye çevrilmiştir.

 

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

İsrail’in İran’a yönelik saldırısına ilişkin yazılı bir açıklama yapan İran İşçilerin Yolu Örgütü Merkez Komitesi, “Bu bizim savaşımız değil, iki gerici ve insanlık dışı rejim arasındaki savaştır” ifadelerini kullandı.

 


13 Haziran Cuma sabahı saat 03.30 civarında, İsrail ordusu İran'ın onlarca noktasında geniş çaplı askeri saldırılar düzenledi. Bu saldırılarda hava gücü (F-35 hayalet uçakları vb.) yanı sıra uzun menzilli ve güdümlü füzeler de kullanıldı. Buna ek olarak, Mossad ajanları da daha önce İran'a kaçak olarak soktukları insansız hava araçlarını kullanarak İran içinden operasyonlar düzenledi. Hâlâ devam eden bu operasyonlar dizisinde, İslam rejiminin düzinelerce askeri, nükleer, füze ve savunma merkezi saldırıya uğradı ve İran rejiminin en önemli askeri komutanları ve nükleer uzmanlarının bazılarının konutları hedef alındı. İslam Cumhuriyeti medyası, ülke genelinde yaklaşık 500 kişinin öldüğünü ve yaralandığını, bunların arasında rejim yetkililerinin aile üyeleri de dâhil olmak üzere çok sayıda sivilin bulunduğunu bildirdi. Şimdiye kadar, bu saldırılarda rejim ordusu ve Devrim Muhafızları'nın 20'den fazla üst düzey komutanı öldürüldü.

Bu yıkıcı saldırılar, İslam rejiminin askeri, savunma ve güvenlik yetenekleri konusunda övündüklerinin ne kadar boş olduğunu açıkça gösterdi. Ayrıca, Mossad'ın İran rejiminin tüm askeri, güvenlik ve nükleer aygıtları üzerindeki geniş etkisini bir kez daha ortaya koydu.

Bu hamleye yanıt olarak Hamaney, IRGC ve Silahlı Kuvvetler Genelkurmay Başkanlığı'na hızla yeni yedekler atadı ve bir kez daha İsrail'i yakında yeryüzünden sileceği ve onlara cehennemi yaşatacağı söylemiyle övündü. İlk hamlede İsrail, rejimin İsrail'e yaklaşık yüz insansız hava aracı fırlattığını bildirdi. Bu araçların İsrail topraklarına ulaşması birkaç saat sürecekti ve bunların çoğunun ulaşmadan önce imha edileceği aşikârdı. Bu konuda İsrail rejimi, ABD ve bazı Batı ve Arap ülkelerinin desteğini de almaktadır.

Böylece, İran ve bölge halkları, İran ve İsrail gibi gerici ve suçlu rejimlerin tehlikeli oyunlarının kurbanı oldular. ABD hükümeti, bu saldırıdan haberdar olduğunu ancak saldırıda hiçbir rolü olmadığını ve yardım etmediğini iddia etti. Bu iddia daha çok bir şaka gibi. Herkes bilir ki, ABD'nin tartışmasız mali, askeri ve istihbarat desteği olmasaydı, Netanyahu'nun soykırımcı rejimi bu büyük saldırıları hazırlayıp organize edemezdi.

Saldırılar, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Yönetim Kurulu'nun Perşembe günü, İran rejiminin nükleer macerasının Güvenlik Konseyi'ne geri gönderilmesine ve tetikleme mekanizmasının devreye girmesine yol açacak bir kararı kabul etmesinin ardından gerçekleşti. İsrail rejiminin sürpriz operasyonu, İran ve ABD arasında çıkmaza giren nükleer müzakerelerin bir sonraki turunun Pazar günü Umman'da gerçekleşmesi planlanırken geldi. Artık aşağılanmış İran rejiminin toplantıya katılmasının olası olmadığı ve İran içindeki ve dışındaki sadıklarından askeri olarak yanıt vermesi için yoğun baskı altında olduğu açık. Öte yandan, İran rejimi bölgedeki ABD hedeflerine saldırırsa, ABD doğrudan ve geniş çapta savaşa girecektir.

Peki, İran ve Orta Doğu'daki solcu, ilerici ve halkçı güçlerin bu gerici savaşa karşı tutumu ne olmalıdır? İşçilerin Yolu Örgütü olarak, gerici ve yıkıcı savaşların alevlenmesine her zaman karşı çıktık ve tüm maceracı, gerici ve savaş çığırtkanı rejimlerle açık bir sınır çizgisi çizdik. Aynı zamanda İslamcı köktencilik, Siyonizm ve emperyalizmle de sınır çiziyoruz. Bizim görüşümüze göre, Hamaney ve Netanyahu, Trump vb. kendi konumlarını ve egemen sınıfın konumunu korumak için işçi ve emekçilerin çoğunluğunu umursamayan suçlulardır. Bir yandan, kriz yaratan ve krize yatkın İslam Cumhuriyeti rejimi, nükleer, askeri ve bölgesel maceracılığıyla ve uygulanan büyük çaplı uluslararası ekonomik yaptırımlarla İran ekonomisini ve toplumunu çöküşün ve iflasın eşiğine getirmiş ve kendi itiraflarına göre, ülkenin ekonomisine ve kaynaklarına iki trilyon dolardan fazla zarar vermiştir. Öte yandan, İsrail'in soykırımcı rejimi, İran rejiminin İsrail'i yeryüzünden silmekle ilgili boş böbürlenmelerini suistimal ederek, işgal altındaki Filistin ve Orta Doğu'da, ya sessizce ya da yabancı hükümetlerle iş birliği içinde, neredeyse istediği her şeyi yapmaktadır. Bu arada, Birleşmiş Milletler'e bağlı yargı kurumları, Netanyahu ve bazı bakanları için sistematik savaş suçları nedeniyle resmi olarak uluslararası tutuklama emri çıkarmıştır. Trump'ın neo-faşist politikaları da herkesin gözü önünde ve giderek çirkin yüzünü gösteriyor. Kendi halkına karşı resmi olarak askeri güce başvuran ve Ulusal Muhafızlar ile Deniz Piyadeleri'ni halkının ve göçmen işçilerin doğal haklarını bastırmak için kullanan bir hükümet, doğal olarak İran dâhil diğer bölgelerdeki insanların hayatlarına kayıtsız kalıyor. Bu nedenle, Amerikan emperyalizminin eli Orta Doğu'daki birçok savaş ve krizde açıkça görülüyor. İsrail rejimi, Biden veya Trump dönemlerinde olsun, Amerikan yardımı olmadan Gazze'deki soykırımı sürdüremezdi ve sürdüremez.

Uranyum zenginleştirmenin ve nükleer enerjinin tamamen ortadan kaldırılmasını talep ediyoruz. Bölgede yeni bir savaşın patlak vermesine şiddetle karşı çıkıyoruz ve bu tür savaşların dumanının nihayetinde emekçi ve ezilen kesimin çoğunluğunun gözlerine ulaşacağına inanıyoruz. Salami, Bagheri, Haji Rezaei gibi suçlular için gözyaşı dökmeyeceğimiz gibi, İran rejimi tarafından İsrailli siyasi veya askeri komutanlar hedef alındığında da gözyaşı dökmeyeceğiz. Tüm bu suçlular, İran ve İsrail vb. halklarının devrimi tarafından devrilmeli ve halk mahkemelerinde yargılanmalıdır. Ancak muhalefetin ve halkın İsrail rejimini destekleyen ya da tersine İsrail rejimine nefretle “vatan savunması” ve “kararlı yanıt” diye bağıran kesimlerine şunu söylüyoruz: Ne İran halkı, ne İsrail halkı, ne bölge halkı, ne de Amerika halkı bu gerici vahşi savaştan hiçbir çıkar sağlamaz. Kurtuluş yolu savaş, işgal ve vahşetle döşenemez. “Bombalamayla demokrasi ihraç etme”nin saçmalığı uzun zaman önce ortaya çıktığı için, eski iddia sahipleri artık bu tür iddialarda bulunmuyorlar. Aksi takdirde, Amerika ve İsrail, İran halkının kurtuluşunu hedefliyor olsaydı, bölgedeki bir düzine otoriter ve gerici Arap ülkesiyle ilgilenirlerdi.

Ülkemiz şu anda su, elektrik ve ekmeğini bekliyor. Zorbalık, rant peşinde koşma, yolsuzluk, sömürü, cinsiyet ayrımcılığı ve ayrımcılığa maruz kalan milliyetlerin hakları yaygın. Bu nedenle, bu ülkenin her köşesinde, her gün, işçiler, çalışkan emekliler, hemşireler, kadınlar, gençler ve diğer sosyal katmanlar meşru taleplerini gerçekleştirmek için protestolar düzenliyorlar. Sevgili emeklilerin “savaş istemiyoruz, katliam istemiyoruz, kalıcı refah istiyoruz” diye bağırmaları, işçilerin ve çalışkan insanların ekmek, iş, özgürlük, insanca yaşam hakkı vb. talep etmeleri boşuna değildir. İslam Cumhuriyeti'nin iktidarının devamı, her gün krizin devamı, ekonomik çöküş, sosyal zararın yayılması ve ülkenin kaynaklarının askeri nükleer maceralarda israf edilmesi anlamına gelmektedir. İran halkının, İslam Cumhuriyeti'nin zalim ve kapitalist rejiminden, yani ikiz suçları olan yağma ve krizden kurtuluşu, ancak İran'ın işçilerinin ve çalışkan halkının güçlü elleriyle sağlanabilir. Çözüm, İslam Cumhuriyeti rejiminin devrimci bir şekilde yıkılmasıdır, savaşı teşvik ederek intihar etmek değildir.

Halk arasında dayanışmayı güçlendirmek ve pekiştirmek, kitlesel ve halkçı kurumlar ve komiteler oluşturmak, halkın karşı karşıya olduğu tehlikeli koşullarla mücadele etmede önemli bir rol oynar. Bu kitlesel örgütler daha sonra İslam Cumhuriyeti rejiminin devrilmesinde etkili bir rol oynayabilir. Mevcut hassas ve tehlikeli koşullarda, “Savaşa Hayır” ve “Barışı Savunma” hareketi çok önemli bir rol oynamaktadır. Bu bizim savaşımız değil, iki gerici ve insanlık dışı rejim arasındaki savaştır.

 

Bu gerici savaşa hayır.

İran ve İsrail'in suçlu ve savaş çığırtkanı rejimlerine hayır!

İslamcı köktencilik, Siyonizm ve emperyalizme hayır.

Yaşasın özgürlük, yaşasın sosyalizm.

 

İşçilerin Yolu Örgütü Merkez Komitesi

14 Haziran 2025

 

https://rahkargar.com/?p=28136 adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.


      Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

İsrail’in İran’a yönelik saldırısına dair yazılı bir açıklama yapan İran Komünist Partisi (Marksist-Leninist-Maoist), Netanyahu'nun amacının İsrail'i bölgedeki egemen güç haline getirmek olduğunu belirtirken, “Onların yıkıcı savaşlara doğru ilerleyişine karşı çıkılmalı ve sistemlerindeki herhangi bir kaos devrim için kullanılmalıdır: özellikle İran ve Amerika Birleşik Devletleri'nde. Filistin halkını ve Amerika'daki halkın antifaşist mücadelelerini desteklemeliyiz. Dünya halklarının İsrail'e karşı mücadeleleri ve genel olarak çeşitli ülkelerdeki anti-emperyalist mücadeleler, İslam Cumhuriyeti'ni ve Rusya ve Çin emperyalistlerini de içeren ‘direniş eksenini’ desteklemeye yol açmamalıdır” ifadelerini kullandı.

 


 

İsrail'in İran topraklarına yönelik askeri saldırısı, Hamaney rejiminin askeri ve güvenlik yetkililerinin suikastıyla ve İslam Cumhuriyeti'nin askeri merkezlerinin hedef alınmasıyla başladı ve şimdi faşist liderleri Tahran'ı cehenneme çevirme sözü veriyor. Bu, İsrail'in yaşam tarzını yansıtıyor. İsrail, kurulduğu günden beri Filistin halkına karşı sömürgeci bir göçebe devlet olarak ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da Amerikan emperyalizminin askeri ve güvenlik kolu olarak yaşamıştır ve başka türlü davranamaz. Toplumsal uyumu, Yahudi teokrasisine dayalı faşizm tarafından sağlanmaktadır. Netanyahu'nun bu operasyona verdiği “Yükselen Aslan” (Tevrat'tan bir ayet) ismi, bu Yahudi faşist fundamentalistlerin doğasını iyi ifade etmektedir. İsrail operasyonu başlamadan önce, Kudüs'teki Ağlama Duvarı'na bu ayetin içeriğini içeren bir not astı: Bu aslanlar, avlarını yiyip öldürdüklerinin kanını içene kadar uyumayacaklar!

İsrail rejimi şiddetli ve korkunç “rüyalar” ile yaşıyor ve bu dehşeti ABD'nin gelişmiş askeri ve güvenlik silahlarıyla Orta Doğu'ya dayatıyor. Bu rejimin liderlerinin, İslam Cumhuriyeti'nin suçluları, Hamaney ve suikasta kurban giden generallerinden, halklara karşı işledikleri kötülükler ve suçlar açısından hiçbir farkları yoktur. Tek farkları, büyük ölçekte yok etme ve öldürme gücüne sahip olmaları ve Amerikan emperyalizminin silahlarını emirlerinde bulundurmalarıdır. İsrail hükümetinin “Orta Doğu'nun en demokratik hükümeti” olduğunu veya Orta Doğu halkına (bombalar, füzeler ve soykırımla) iyi şeyler getireceğini düşünenler, Netanyahu'nun amacının İsrail'i bölgedeki egemen güç haline getirmek ve hatta topraklarını genişletmek olduğunu bilmelidirler. Bu şekilde, “bu aslanlar avlarını yiyip öldürdüklerinin kanını içene kadar uyumayacaklar”!

İsrail'in Gazze'deki soykırım savaşının ve İran topraklarındaki mevcut saldırganlığının gerçek gücü ve motivasyonu, ABD emperyalizmi tarafından sağlanmaktadır. Trump faşist rejimi, ABD emperyalizminin dünyanın her köşesine çıkarlarını dayatmak için sınırsız şiddet ve yıkım kullanma özgürlüğünü sağlamıştır. On yıllardır ABD emperyalizmi Orta Doğu'nun tek sahibi idi; bu tekel, emperyalist Çin ve emperyalist Rusya gibi güçlü rakiplerin yükselişiyle kırıldı. Ancak Trump faşist rejiminin bakış açısına göre, bu tekel ABD'ye geri verilmelidir. Bu geri kazanımın belirleyici faktörlerinden biri, İslam Cumhuriyeti ile hesaplaşmaktır. ABD emperyalizmi, İslam Cumhuriyeti ile olan “sorununu”, rejimin nükleer bomba elde etme girişimi olarak lanse etmektedir. Ancak meselenin özü bu değildir. ABD emperyalizmi için sorun, İslam Cumhuriyeti'nin İran'ı, Rus ve Çin emperyalistleri için çok fazla bir etki alanı haline getirmiş olması ve bu iki emperyalist gücün İslam Cumhuriyeti'ni ABD emperyalizminin Ortadoğu'daki gücü ve etkisine meydan okumak için kullanmasıdır. Bu emperyalist güçler arasındaki rekabet, sadece İran'da yıkıcı bir savaşı ateşleyebilecek değil, aynı zamanda tüm dünyayı ateşe verebilecek bir noktaya ulaşmıştır.

Kuşkusuz, bu emperyalistlerin ihtiyaçları; tıpkı İsrail'in bölgesel bir güç olma çıkarları ve İslam Cumhuriyeti'nin nefret edilen rejiminin hayatta kalma çıkarları gibi, İran, Orta Doğu ve dünyadaki halk kitlelerinin temel çıkarlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Onların yıkıcı savaşlara doğru ilerleyişine karşı çıkılmalı ve sistemlerindeki herhangi bir kaos devrim için kullanılmalıdır: özellikle İran ve Amerika Birleşik Devletleri'nde.

Böyle bir durumda ve gerçek bir devrim için hazırlık olarak, halkın İslam Cumhuriyeti'ne karşı mücadelesinin siyasi içeriği, İsrail'in İran'a yönelik saldırılarının faşist ve suçlu doğasını (kurbanları ister İslam Cumhuriyeti'nin nefret edilen liderleri ister sıradan insanlar olsun) ve Amerikan emperyalizminin doğasını ortaya çıkarmayı ve İslam Cumhuriyeti'nin gerici doğasını ve sahte “anti-emperyalist” statüsünü ifşa etmeyi içermelidir. Bu mücadelelerde Filistin halkını ve Amerika'daki halkın antifaşist mücadelelerini desteklemeliyiz. Dünya halklarının İsrail'e karşı mücadeleleri ve genel olarak çeşitli ülkelerdeki anti-emperyalist mücadeleler, İslam Cumhuriyeti'ni ve Rusya ve Çin emperyalistlerini de içeren “direniş eksenini” desteklemeye yol açmamalıdır. Küresel kapitalist-emperyalist sisteme bağımlı bir kapitalist sınıf devleti olan İslam Cumhuriyeti, 90 milyon İranlının can damarını emmiştir. Halkımız, bu rejimin sahte “bağımsızlığı” için ağır bir bedel ödemiştir. Halkımızın İslam Cumhuriyeti'ne karşı mücadelesi, bu acımasız saldırganlık ve Trump ve İsrail'in faşist rejimine ve onların kraliyet ve kraliyet dışı paralı askerlerine verilen destek karşısında sessizlik veya teslimiyet gibi ölümcül bir zehirle lekelenmemelidir. İslam Cumhuriyeti'nin devrilmesi, İsrail'deki faşist “yükselen aslanlar” ve onların emperyalist destekçilerinin devrilmesi çağrısıyla birlikte gerçekleşmelidir. Bu, aynı siyasi içeriğe sahip farklı arenalarda sahnelenmesi gereken küresel bir mücadeledir.

İran Komünist Partisi (Marksist-Leninist-Maoist)

14 Haziran 2025

 

https://cpimlm.org/1404/03/25/standagainstwar/ adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.


      Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

İsrailli sosyalist hareket Ma'avak Sotzialisti, yazılı bir açıklama yaparak İarail’in İran’a yönelik saldırganlığının sonuçlarına işaret etti ve hükümetin devrilmesi çağrısında bulundu.



İran'daki bombalamalara yanıt olarak düzenlenen karşı saldırıda onlarca kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Buna, Tamra'da doğrudan isabet alan evde ölen dört aile üyesi ve Hayfa'daki ZAN fabrikasında öldürülen üç işçi de dâhil. Ulusal topluluklar arasında dayanışmayı ve mücadeleyi teşvik edelim, savaşı durduralım, hükümeti devirelim.

Cuma sabahı erken saatlerde başlayan ölüm hükümetinin İran'a yönelik geniş çaplı saldırısı, tüm ulusal gruplardan kurbanlar veren topyekûn bir savaşı ateşledi.

Tahran rejiminin karşı saldırısı kapsamında gerçekleştirilen füze saldırılarında, Cumartesi gecesi Tamra'daki evlerine doğrudan isabet eden füze sonucu bir ailenin dört üyesi hayatını kaybetti: Manar, Fakhri, Diab, Khatib. Hayfa'da bir ilkokulda öğretmenlik yapan Manar Al-Qassem, Abu Al-Hija Khatib ve onun iki kızı; Hayfa Üniversitesi'nde hukuk öğrencisi olan Shadda Khatib (20) ve Hala Khatib (13).

Bu sabah (Pazartesi) erken saatlerde, ZAN fabrikasında bir füze saldırısı sonucu üç işçi öldü ve bunların standart koruma alanına erişimleri olup olmadığı belirsiz. Bat Yam, Petah Tikva ve Bnei Brak'ta meydana gelen ölümcül saldırılara ek olarak, Tamra ve kuzey bölgesinde onlarca kişi yaralandı.

Cuma gününden bu yana rejimin Tahran'a yönelik saldırısına karşı yapılan füze saldırıları sonucu ülke genelinde 24 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. İsrail hükümetinin İran'a yönelik kanlı saldırısında ölenlerin sayısı ise en az 224'e ulaşırken, yaralıların sayısı bini aştı.

'48 topraklarındaki -Tamra, Bat Yam, Hayfa, Petah Tikva ve Bnei Brak'ta- tüm ulusal topluluklardan aralarında kadınların da olduğu kurbanlarla ve Gazze Şeridi, Batı Şeria ve şimdi de İran'da tekrar tekrar katledilmeye ve yerinden edilmeye devam eden on binlerce kişiyle dayanışma içindeyiz.

Ölüm hükümeti ve düzen “muhalefeti” içindeki destekçileri

Tamra’daki saldırıda iki kızını ve eşini kaybeden Raja Khatib şöyle haykırdı: “Gazze'den başlıyoruz, Lübnan'a devam ediyoruz, Suriye'ye devam ediyoruz, İran'a devam ediyoruz, nereye devam edeceğiz? Benim için zor, bunu nasıl atlatacağımı bilmiyorum. En iyisini umuyorum, tüm bu kâbusun sona ermesini, lanet olası savaşın bitmesini ve kimsenin zarar görmemesini umuyorum.”

Kan banyosunun genişlemesinden sorumlu olanlar arasında, İran'a saldırıyı coşkuyla destekleyen Gantz'dan Yair Golan'a kadar, düzen muhalefetinin liderleri de var. Bu liderler, İran'ın nükleer ve enerji tesislerinin bombalanmasını daha erken emretmediği için Netanyahu'ya aylarca sağdan saldırdılar!

Korumadan yoksunluk ve ayrımcılık

Ölüm hükümetinin bakanları, generalleri ve kodamanları atom sığınaklarında tam koruma altında iken, milyonlarca insan yeterli koruma olmadan füze saldırılarına maruz kalıyor. İsrail'deki yerel yönetimlerin yaklaşık %60'ında hiç kamu sığınağı yok ve mevcut 12 bin sığınağın yaklaşık beşte biri kullanıma uygun bile değil.

Arap-Filistin halkı arasında, devletin ulusal baskı politikasının bir parçası olan ayrımcılık politikası nedeniyle sorun daha da büyük. Yaklaşık 37 bin nüfuslu yoksul bir şehir olan Tamra'da sıfır kamu sığınağı bulunmaktadır! Buna karşılık, “Celile'yi Yahudileştirme” politikasının bir parçası olarak Tamra'dan kamulaştırılan arazide kurulan ve sadece yaklaşık bin nüfuslu zengin bir yerleşim yeri olan yakınlardaki Mitzpe Aviv'de 13 kamu sığınağı bulunmaktadır. Tamra'daki hanelerin yaklaşık %60'ı standart bir koruma alanına sahip değildir. Sakinler, şehirdeki korunma alanı yokluğunun tehlikesi konusunda uzun süredir uyarıda bulunuyorlar. Bu sistemik sorun, geçen yıl Lübnan'ın işgali sırasında Galilee'deki Arap-Filistin topluluklarında meydana gelen yüksek yaralı ve ölü sayısında da kendini gösterdi.

Cumartesi günü füze saldırısından kısa bir süre sonra, Mitzpe Aviv'den gençlerin Tamra'daki yıkımı kameraya alırken sevinçle “Köyünüz yansın” diye şarkı söyledikleri mide bulandırıcı bir video yayımlandı. Netanyahu'nun ikiyüzlü kınaması, şu ana kadar ölümleri kutlayanların hiçbirinin tutuklanmadığı veya sorgulanmadığı gerçeğini gizleyemez -ancak Tamra dahil olmak üzere Arap-Filistinli sakinler, Gazze'deki katliam ve yıkıma yönelik her türlü eleştiriyi susturmak için savaş boyunca Ben Gvir polisinin haydutları tarafından gösteri amaçlı tutuklamalarla kaçırıldı.

Irkçı elit ve hükümet politikası

Sonuç olarak, Mitzpe Aviv'den gelen video ve Netanyahu'nun ana kanalı olan Kanal 14'teki bir panelde Yinon Magal'ın ırkçı hakaretleri, hükümetin Tamra'daki kurbanlara karşı tutumunu yansıtıyor. Aynı hükümet, koruma alanında Arap-Filistin topluluklarına karşı kasıtlı olarak ayrımcılık yapmaya devam ediyor ve ayrıca 'Arap Toplumu Acil Durum Merkezi'ni de kapattı. Dahası, Gazze, Batı Şeria ve şimdi de İran'daki köyleri, kasabaları ve şehirleri yakmak için açıkça çağrıda bulunuyor ve harekete geçiyor.

İsrail Hava Kuvvetleri, Cumartesi akşamı Tahran'daki yakıt terminallerini bombaladıktan sonra Savaş Bakanı Katz, “Tahran yanıyor” diye tweet attı. Daha önce İsrail Hava Kuvvetleri, İran'ın dört bir yanındaki gaz ve petrol tesislerini bombalamıştı. Beklenen tepki gecikmedi -İran'dan Hayfa Körfezi bölgesine yapılan füze saldırılarında, daha önce de belirtildiği gibi, bir ZAN tesisi de hasar gördü ve işçiler öldü. Tesiste çıkan yangınlar uzaktan görülebiliyordu.

Medya karartması ve sansür nedeniyle, meydana gelen hasarın tam boyutunu tahmin etmek zor, ancak hasar şimdilik sınırlı olsa bile, bu durum gelecekte yaşanacakların bir uyarı işareti. İsrail ölüm hükümeti, enerji altyapısını bombalamak da dâhil olmak üzere İran'da büyük felaketler yaratmaya devam ederken, Hayfa Körfezi'ndeki petrokimya sanayi bölgesinde ve ülke genelinde daha büyük felaketlerin yaşanma tehlikesi artıyor.

Katz, bu sabah (Pazartesi) “Tahran sakinleri bedelini ödeyecek ve bu çok yakında olacak” diye tehditte bulundu. İran sakinlerine karşı devlet terörünü genişletme ve bombalamalarla konut binalarını yıkma planları, daha büyük ölçekli felaketlere yol açabilir ve bölgesel kan banyosunu genişletebilir.

Ancak savaş çığırtkanları bizi susturamayacak. Yaygın protesto, reddetme ve grev eylemleri düzenleyecek ve teşvik edeceğiz.

İsrail-İran savaşını durdurun, Gazze'deki imha savaşını durdurun, ölüm hükümetini devirin!

Korumadan yoksun tüm topluluk ve mahallelerde, ihtiyaç duyulan korumaları ayrım gözetmeksizin derhal uygulamak için acil operasyon yapılsın.

Uygun olmayan kamu sığınaklarının derhal kapatılsın ve tüm sığınaklar halka açılsın.

“Arap Toplumu Acil Durum Merkezi”nin bütçe kesintisi iptal edilsin. Arap yetkililer için eşit ve tam bütçeleme. Sosyal hizmetlere yapılan yatırımlar büyük ölçüde artırılsın, savaş makinesini finanse etmek için tasarlanan kemer sıkma politikasına son verilsin!

Binaların güçlendirilmesi ve konut birimlerinin inşasını yavaş yavaş teşvik eden ve İnşaat şirketlerinin kâr çıkarlarına tâbi olan başarısız TAMA 38 planı çerçevesinde insan hayatlarını piyasanın insafına terk etmeye hayır!

Devlet tarafından tüm bölgelerde yeni kamu sığınakları inşa edilmesi ve geniş koruma programlarının teşvik edilmesi gerekiyor; bu programlar, savaş sırasında halkı soyan bankaların ve şirketlerin kârlarının kamulaştırılmasıyla finanse edilebilir.

Savaşı durdurmak, hükümeti devirmek ve ayrım gözetmeksizin herkese rehabilitasyon ve tazminat sağlamak için topluluklar arası, sınır ötesi bir mücadeleye evet -kapitalistlerin kontrolündeki hayati kaynakları kamulaştırarak bunları kamu mülkiyetine ve demokratik denetime devredip sosyal yatırımlara yönlendirelim.

Eşitlik, refah ve kişisel güvenlik için, sermayenin egemenliğine, işgale ve emperyalizme karşı, sosyalist değişim için mücadeleye evet.


     Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

 

İsrail Komünist Partisi (MAKİ), yaptığı açıklama ile İsrail’in İran saldırılarının insani ve ekonomik boyutuna dikkat çekerken, saldırıların büyük can kayıplarının yanı sıra İsrail ekonomisi ve emekçileri üzerindeki olası etkilerine işaret etti.

 


Yıllardır İsrail medyası, İran'ın “nükleer silaha sadece birkaç ay uzaklıkta” olduğunu bildiriyordu. Bu nedenle, İran'a saldırı duyurulduktan hemen sonra, ana akım medyanın tüm sesleri birleşerek İsrail'in askeri operasyonunu “olabilecek en haklı operasyon” (Ohad Hamo'nun -gazeteci, ç.n.- sözleriyle) olarak övdüğünde kimse şaşırmadı. Bu güvenlik odaklı koroya göre, Gazze'deki yok etme savaşının ardından zaten alevlenen Orta Doğu'daki durumun tırmanması, “İran tehdidi”nin yol açtığı zarara değer. Peki, bu tırmanışın bedeli nedir ve bunu kim ödeyecek?

En bariz bedel, bu hükümeti hiç rahatsız etmemiş gibi görünen insan kanı şeklindeki bedel. İran’a saldırının başlamasından bu yana 22 İsrailli sivil öldürüldü; bunların aralarında 8 yaşındaki bir kız ve 10 yaşındaki bir erkek çocuk da var. Bu çocuklar, savaşın başlamasından bu yana İsrail'in Gazze'de öldürdüğü 18 bin çocuğa eklendi. Elbette, derin ve lüks bir sığınakta güven içinde oturan İsrail kabinesi için bu insan bedeli, öncelikler listesinin en üstünde yer almıyor. İsrail liderliğinin politikası açık: dökülen kan hesaba katılmıyor. Ülkenin kapitalist liderleri için, cebinden uzak olan bir darbe, kalbinden de uzak. Ancak kabine, İsrail ekonomisini hiçbir Demir Kubbe'nin koruyamayacağını keşfettiğinde hayal kırıklığına uğrayabilir.

İran ile savaşın ilk gününden itibaren İsrail neredeyse tamamen kapatıldı. Elzem olmayan iş yerleri kapandı; okullar uzaktan eğitime geçti ve İsrail hava sahası kapatıldı. Bu durum, tüm dünyanın koronavirüs pandemisinin doruk noktasında bulunduğu duruma oldukça benziyor. Sonuç, elbette, uluslararası bir ekonomik durgunluk, kitlelerin geçim kaynaklarını kaybetmesi ve işçilerin durumuna ciddi zarar verilmesi oldu. İsrail birkaç günlük bir kapanmayı atlatabilir, ancak sonu görünmeyen uzun bir savaş ekonomik felakete davetiye çıkarır. İran'a saldırı başlamadan önce bile, şekelin değeri dolara karşı değer kaybetti. O zamandan beri Tel Aviv Borsası'nda da düşüş yaşandı. İsrail'deki olağanüstü hâl devam ederse, zarar piyasalar tarafından güçlü bir şekilde hissedilecek ve işten çıkarmalar ile işsizliğe yol açacaktır.

İran'ın her saldırısında, İsrail'in hava savunma sistemi düzinelerce önleme füzesi ateşliyor. Her önleme füzesinin maliyeti milyonlarca şekel. İsrail'in hava sahasını balistik füzelerden koruyan “Arrow 2” füzelerinin birim fiyatı 1,5 milyon dolar, “Arrow 3” füzelerinin fiyatı ise yaklaşık 2 milyon dolar. Aynı sistemler, Nisan 2024'te “Dronların Gecesi” olarak adlandırılan İran saldırısı sırasında da kullanılmıştı. O geceki önleme operasyonlarının maliyeti 2,5 milyar şekel olarak tahmin ediliyordu. Son saldırıların kapsamı daha sınırlı olsa da, önlenemeyen füzelerin yol açtığı ağır hasar hesaba katılmaksızın, her saldırı için yaklaşık 1 milyar şekel maliyet söz konusu.

Açıklamalara göre, İran'ın İsrail'e ulaşabilecek 2 bin adede kadar füzesi var -bu, düzinelerce ek saldırı için yeterli. Görünüşe göre, 2023'ten bu yana savunma bütçesindeki keskin artış bile savaşın maliyetini karşılayamayacak ve bu da devlet bütçesinde derin bir delik açacak.

Aynı zamanda, İsrail'in saldırısının İran'ın nükleer programına önemli bir zarar veremediği yönündeki haberler artıyor. Bu da, savaşın Netanyahu hükümeti tarafından kamuoyuna sunulan hedefe ulaşamadığı anlamına geliyor. İran ile yaşanan çatışmanın ağır insani ve ekonomik maliyeti göz önüne alındığında, İsrail halkı kendine şu soruyu sormalı: “Mutlak zafer”in bedeli ne olacak ve bunu kim ödeyecek?


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 

 

DiEM25 (2025 Avrupa’da Demokrasi Hareketi) üyesi Ivana Nenadovic, Sırbistan'ın Novi Sad kentindeki tren istasyonunda beton sundurmanın çökmesi ve 15 kişinin ölümüne sebep olması sonrasında öğrenci protestoları olarak başlayan ancak giderek kitleselleşen protestoların muhtevasına dair bir yazı kaleme aldı.


Dört buçuk ay süren protestoların ardından, Sırbistan'ın dört bir yanında yüzlerce kilometre yürüyen ve Novi Sad, Niş ve Kragujevac'ta protesto gösterileri düzenleyen öğrenciler, şimdiye kadarki en büyük buluşma olması beklenen bir çağrı yaptı. Belgrad'da 15 Mart'ta düzenlenen protesto, bu kentin 35 yıllık protesto tarihinde gördüğü en büyük insan kitlesini bir araya getirdi. Tahminler, Sırbistan İçişleri Bakanlığı (MUP) tarafından 'sayılan' 107 bin kişiden, bilinmeyen bir kaynağa göre (gerçekçi olmayan) 1 milyon 600 bin kişiye kadar değişiyor, ancak en gerçekçi tahmin 800 bin ila 1 milyon arasında olabilir.

Geçen hafta boyunca tırmanan gerilime, Aleksandar Vučić'in protestocuların arasına sızmaya ve olay çıkarmaya hazır haydutlarından oluşan bir cenaha, Parlamento önünde onları koruyan güçlü polis kuvvetlerine ve 15 dakikalık saygı duruşu sırasında ses silahı kullanıldığı iddialarına rağmen protesto barışçıl kaldı.

Öğrencileri taleplerinde desteklemek üzere Sırbistan'ın dört bir yanından gelen insanların sayısı, korkunun yerini kararlılığa, (farklı grupların) birliğine ve 'çocuklarımızla' dayanışmaya bıraktığını gösterdi. Yürüdükleri her kilometrede, paylaştıkları her gülümsemede, dökülen her sevinç gözyaşında, Vučić’in yalanlar ve uydurmalar üzerine kurulu medya imparatorluğunun dalavereleri insanların gözleri önünde yıkılıyordu.

Talepler şöyle:

- Novi Sad'daki tren istasyonunun yeniden inşasına ilişkin şu anda kamuya açık olmayan tüm belgelerin yayımlanması

- Yetkili makamlardan, öğrencilere ve profesörlere fiziksel saldırıda bulunduğundan makul olarak şüphelenilen tüm kişilerin kimliklerinin teyit edilmesini ve bu kişiler hakkında cezai işlem başlatılması. Ayrıca, kamu görevlisi oldukları kanıtlandığı takdirde bu kişilerin görevden alınması

- Protestolarda gözaltına alınan ve tutuklanan öğrencilere yönelik suçlamaların düşürülmesi ve devam etmekte olan cezai kovuşturmaların askıya alınması

- Yükseköğretim bütçesinde yüzde 20 oranında bir artış

Geçtiğimiz aylarda muhalefet partilerinin görünürde olmaması, öğrencilerin etrafında ideolojik açıdan tutarsız da olsa geniş bir halk cephesi oluşmasında kesinlikle büyük bir etkendi. Buna paralel olarak, farklı siyasi ve ideolojik çevrelerden gelen öğrencilerin kendileri de genel kurullarda örgütlenerek, özyönetim uygulayarak ve medyaya aynı şeyi, yani dört taleplerini temsil eden birçok kişiden biri olarak yaklaşarak bölünmelerin üstesinden gelmeyi başardılar.

Haftalar ve aylar geçtikçe kaçınılmaz bir soru ortaya çıkıyor: Sırada ne var? Parti sistemine alışkın olanlar öğrencilerin bir parti kurmasını ve bir sonraki seçimlerde aday olmasını bekliyor, diğerleri geçiş dönemi veya geçici bir hükümetten bahsediyor -ancak bu hükümetin nasıl kurulacağı ve kimlerin yer alacağı konusunda net bir fikir yok, insanların önemli bir kısmı ise yürüyüşlerin ve barışçıl protestoların bizi bir yere götürmeyeceğini ve bu rejimin savaşmadan düşmeyeceğini söyleyerek sabırlarını kaybediyor.

Tüm bu fikirler, ne yazık ki, (potansiyel) “Ertesi Gün” için gerçek bir vizyondan veya programatik bir çözümden yoksundur. Öğrenciler bize medyanın karanlığında ışığı, uzun zamandır unutulmuş dayanışmayı, şefkati ve insanlığı getirdi, ancak tüm işi öğrencilerin yapmasını bekleyemeyeceğimizi kabul etmeliyiz. Siyasi partiler, en azından Vučić 'in Truva atı projeleri olmayanlar, sivil toplum, uzmanlar, analistler, her zamanki gibi aynı tas aynı hamam durumundalar, seçim öncesi iyi bilinen araziye kaymak dışında gözle görülür bir şekilde taze veya ilham verici fikirlerden yoksun.

Ne yazık ki, Vučić sistemin sahibi olduğu sürece demokratik seçim sürecinin işlemesini bekleyemeyiz. Seçimlere hile karıştırma sanatını mükemmelleştirdi, medya alanı kendi arka bahçesi, haydutları insanları mitinglerine gitmeye zorluyor, yoksulluk sınırının altında yaşayan insanlara bir oy için bir kutu kuru gıda veriliyor ve liste uzayıp gidiyor. Bağımsız gözlemcilere, çok sayıda kanıta ve STK kesiminin AB kurumlarına yaptığı şikayetlere rağmen, 13 uzun yıl boyunca yaptığı yanına kâr kaldı.

DiEM25'in eş kurucusu Srećko Horvat'ın da dediği gibi, hem Batı medyasından hem de AB kurumlarından gözle görülür bir destek görmemesi Sırbistan'ı 'siyaseten öksüz' haline getirirken, öğrenciler ya da demokrasi ne yaparsa yapsın Vučić 'in amacına hizmet edene kadar yerinde kalacağını da (bir kez daha) kanıtladı. Bölünme yaratma ve 'iç hainleri ve dış düşmanları' işaret etme konusunda uzman olsa da, Sırbistan'ın sömürgeleştirilmesine ve doğal kaynaklarının satılmasına kimse onun kadar katkıda bulunmamıştır.

İlericiler olarak, DiEM'ciler olarak, AB faşizme ve 'barış için savaş' zihniyetine kayarken kendimize 'Ne yapmalıyız' diye sorduğumuzda, kişisel dileğim Sırp öğrencilere bakmak, tehditlere ve sonuçlarına rağmen direnme cesaretlerinden ilham almak, genel kurul toplantılarında doğrudan demokrasinin nasıl uygulanacağını ve daha geniş bir insan cephesini -çiftçiler, öğretmenler, avukatlar, sanatçılar, motorcular, emekliler vb.- 'sistem herkes için eşit çalışmalı' gibi basit talepler etrafında nasıl birleştireceğimizi onlardan öğrenmek olurdu.

https://diem25.org/serbian-student-protests-a-shining-light-in-the-fight-for-democracy/ adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


The Tyee, ABD’deki Trump-Musk ikili yönetiminin üzerinden başlayan faşizm tartışmalarına ilişkin İtalyan sosyal teorisyen Alberto Toscano ile bir söyleşi gerçekleştirdi. ABD’de olup bitenlerin faşizm ile "soy benzerlikleri" taşıdığını söyleyen Toscano, buna karşın terimin sınırları olduğunu ve bu nedenle daha kapsamlı bir incelemeyi hak ettiğini belirtiyor. Toscano ayrıca, liberal demokratik anayasal politikaların son derece otoriter bir yöne rahatlıkla kanalize edilebileceğini vurguluyor.  



The Tyee: Pek çok insan ABD'deki gerilimi izliyor ve kendilerine soruyor: Bu faşizm mi?

Alberto Toscano: Faşizmin geçmişte nasıl düşünüldüğünü ve anlaşıldığını [tekrar gözden geçirmek] ve bunu günümüzü yansıtmak doğrultusunda kullanmak için kesinlikle yeterince soy benzerliği var.

Otoriterliğin tarihsel sembollerinin şok değerinden faydalanarak provoke etmekten, trollemekten zevk alınması da işleri daha da zorlaştırıyor. Meşhur Musk Nazi selamı da küresel trollüğün, “liboşları sahiplenmenin” çok bilinçli, çok kasıtlı bir eylemidir.

Eleştirel düşünürler, vatandaşlar ve yorumcular olarak karşı karşıya olduğumuz meselelerden biri de dikkat çekici, kışkırtıcı ve şok edici olanı yapısal ve sonuçsal değişikliklerden ayırmaktır.

Sermayenin ve şirketleri regüle etmeye katkıda bulunan ve/veya toplumsal cinsiyet, ırk, cinsellik gibi bir dizi farklı eksende genel olarak savunmasız veya yoksul ve işçi sınıfından insanlar için sosyal hakları ileri götüren her türlü devlet altyapısını gerçekten geri dönüşü olmayan bir şekilde ortadan kaldırma çabalarını görüyoruz.

Ve açık biçimde -tahakkümden, farklılıktan nefret etmekten, erkeklik ve ataerkilliğin grotesk biçimlerinden zevk alan- aşırı sağ siyasetin hem tarihsel hem de güncel farklı deneyimleriyle yüklü olan bazı ideolojik parçalar mevcut.

Ancak bunun, Amerika Birleşik Devletleri'ne özgü ve aynı zamanda Trumpizm olan bu alışılmadık ittifaka özgü unsurları da var. Bu bir tür popülizme ya da en azından sözde gerçek bir işçi ya da orta sınıfa yönelik bir tür popülist hitaba oynuyor.

MAGA fenomeni ile ilgili önemli şeylerden biri, oldukça açık bir şekilde ABD tarihine bakmanın, devletin kapasitelerine bakmanın, belirli bir şekilde yorumlanan anayasanın size ne yapmanıza izin verdiğine bakmanın bir yolu olmasıdır. Ve sonra bunları bu otoriter Amerikan topluluğunda birleştiriyor.

Trump’ın geldiğinde Oval Ofis'e [eski ABD başkanı] Andrew Jackson’ın büyük bir portresini koyması gibi davranışlar aracılığıyla bir şeylerin sembolize edilmesi tesadüf değildir. [Andrew Jackson, Amerika Birleşik Devletleri'nin yedinci başkanıydı ve emperyal hırsları ve Yerlileri mülksüzleştirmesiyle ün salmıştı.]

Bu, söz konusu siyasi geçmişin farklı yönlerini bir araya getirerek, size gelenekleri ve geleceği nasıl hayal ettikleri hakkında bir şeyler söylüyor.

- Yakın zamanda otoriter diktatör figürlerinin günümüzdeki yükselişini görmenin bir yolu olarak “Sezarizm” hakkında yazdınız. Roma dönemine yapılan bu atıf neden bu anı anlamak için faydalı bir çerçeve?

Bu terim İtalyan Marksist teorisyen Antonio Gramsci tarafından, Mussolini hükümeti tarafından [1929-1935 yılları arasında] hapsedildikten sonra Hapishane Defterleri’ni yazarken kullanılmıştı.

Aynı zamanda iki savaş arası dönemin muhtemelen en çok satan radikal, muhafazakâr entelektüeli, ünlü Batı’nın Çöküşü [1918’de yayımlandı] kitabının yazarı Oswald Spengler için de çok önemli rol oynayan bir terimdir.

Farklı biçimler alsa da, krize bir çözümün taşıyıcısı olarak kaderin ya da takdirin beğenilen ya da kendi kendini tayin eden adamlarının ortaya çıkması fikridir. Sezarizm tartışması aynı zamanda, diktatörlüklerin ya da otokrasilerin modern kitle toplumlarında, modern kitle iletişim araçlarıyla alabileceği biçimlerle ilgili bir tartışmadır.

Spengler'in modern Sezar örneği olarak bahsettiği figürlerden biri Cecil Rhodes'tur [1800'lerin sonunda Güney Afrika'yı sömürgeleştiren İngiliz kodaman ve beyaz üstünlükçüsü]. Cecil Rhodes, hem toprağın mülksüzleştirilmesini hem de ırksallaştırılmış emeğin maden çıkarma ve madencilik amaçları için acımasızca sömürülmesini içeren bu sistemde son derece kişisel bir tahakküm biçimi yaratma becerisi göz önüne alındığında, sermaye politikaları ve ırksal tahakkümün birleşimi hakkında düşünmek için rahatsız edici ve etkileyici bir figürdür.

Etkileyici buldum çünkü günümüzün “hibrid iktidar” meselesine değiniyordu. Artık şirketlerin CEO’ları olmayan, kendi başlarına bu kişisel olmayan, devasa bürokrasiler olarak anlaşılan bireylere sahip olmamız ne anlama geliyor?

Bu bireyler bunun yerine kendilerini mühendis, mucit, yönetici, hepsi bir arada olan ilahi figürler olarak görüyor.

Bu ilginç çünkü içinde yaşadığımız kapitalist toplumlarda, böylesi istikrarsızlık ve kargaşa anları yaşandığında, kişiselleştirilmiş iktidar figürünün kaçınılmaz veya zorunlu olarak toplumumuzda iktidar üreten şeyle -sermaye- bağlantılı bir figür olduğunu gösteriyor.

Bu an benzersizdir çünkü Musk sadece Starlink'i açıp kapatmaya karar verebilen, kararları farklı ülkelerin GSYH’si için sonuç doğuran, kitlesel hükümet sözleşmelerine ve kitlesel etkiye sahip son derece güçlü bir kapitalist değildir, aynı zamanda bu kişiselleştirilmiş iktidarı kullanabilmektedir.

Musk, Trump'ın hükümetindeki rolünü üstlenmeden önce, temelde bir devlet adamı olarak zaten bir yerlere davet ediliyordu. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile görüştüğünde ya da İtalya Başbakanı Giorgia Meloni ile bir araya geldiğinde, tüm tören başka bir başbakan ya da cumhurbaşkanı tarafından yapılan resmi bir ziyaret gibiydi.

Ancak bu seferki farklı çünkü tüm bunları hâlâ sürdürüyor ve doğrudan devletin iç organlarını kurcalıyor ya da yıkıyor. Bunu tuhaf bir diarşi (İkili yönetim; ç.n.) içinde yapıyor, kendisi ve Trump'ın ikili yönetimi, ki bunun bir emsalini gerçekten düşünemiyorum ve buna karşı direniş biçimlerinin ne olabileceği konusunda bir önermede bulunmak çok zor.

- Bu tür bir otoriterliğe nasıl karşı durulabilir?

Birey olarak, görüş ve düşüncelerinizi ifade etmek ve yaymak bir yana, bunlar o kadar geniş bir ölçekte meydana gelen ve o kadar önemli olan olgular ki, ancak kolektif bir düzeyde ele alınabilirler. Şu anda, bu kolektif biçimlerin ne olacağı çok geniş bir yelpaze oluşturmaktadır.

Pek çok insan zaten bu konular etrafında örgütleniyor çünkü bunlar Biden döneminde olanlarla tamamen kopuk değil. Göçmenlerin cezalandırıcı bir şekilde gözaltına alınması ve sınır dışı edilmesi konusunu ele alırsak, bu yeni türemedi. Personelin çoğu eskisi gibi, aynı memurlar, aynı yerler, gözaltı sisteminden para kazanan aynı şirketler.

Belli ki pek çok insan tepki göstermek için örgütlendi ve örgütleniyor. Aynı şekilde trans çocukların ve hatta yetişkinlerin bakımının engellenmesi konusunda da. Ya da üreme sağlığına yönelik süregelen baskılar ve eyalet düzeyindeki çeşitli kürtaj yasakları.

Devletin, muhalefeti kırmak için hızla ele geçirilmesi ve dönüştürülmesi gereken bir şey olduğuna dair klasik otoriter bir vizyon var. Otoriter yükseliş anlarının kilit noktası her zaman bu olmuştur -direniş kapasitelerini ortadan kaldırmak.

Bu “iflas etme” duygusu, hem potansiyel olarak gerçek ve sonuç verici unsurları hem de medya oyunları gibi daha gösterişli boyutlarıyla bu anı açıkça karakterize eden bir şeydir. Düşmanlarınızı bunalttığınız ve yönlerini şaşırttığınız sürece sonuçların ne olduğu çok da önemli değildir.

- Kanada'nın batı kıyısındayız, ABD ile çok iyi dost olan, ortak bir tarihe sahip olan ve aynı zamanda pek çok insanın yerleşimci-sömürgeci bir devlet olarak tanımlayacağı bir ülke. Güneydeki komşularımızdan ne gibi dersler almalıyız?

Faşizmin sadece itaatin, katı aidiyetin ve emirlere uymanın açıkça kutsanması olduğu görüşünü kırmak önemlidir, çünkü durumun böyle olmadığı ortaya çıkmıştır.

Bir mülkiyet, bir özellik, beyaz yerleşimcilerin bir hakkı olarak özgürlük ya da hürriyet kavramları, ideoloji için olduğu kadar yerleşimci kolonilerin tarihi için de kritik öneme sahiptir. Yerli halkın mülksüzleştirilmesini meşrulaştırma, yürütme ve buna yasal bir biçim verme yolları açısından kritik öneme sahiptir. Aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri'nde ve Kanada'da ırksal düzenin meşrulaştırılmasında da kilit rol oynamıştır. Yasal bireylik ve vatandaşlığın varsayımsal olarak şu ya da bu şekilde beyazlığa ait olma yoluyla atfedildiği fikri.

Kuzey Amerika'daki yerleşimci-sömürgeci bağlamda faşist potansiyeller hakkında düşünmek istiyorsak, faşizmin sadece egemenlik ve itaat kültü olarak anlaşılmasını değil, aynı zamanda bazılarına egemen olma, mülksüzleştirme ve yönetme özgürlüğü ve hakkı olduğu fikri vermesinden kaynaklanan bir şey olarak anlaşılmasını da düşünmemiz gerekir.

Bu, özgürlüğü radikal ya da evrenselci bir eşitlik duygusundan ayırmanın ve bunun yerine özgürlüğü, bazen bazılarının diğerlerine karşı münhasır bir mülkiyeti olarak ele almanın bir yoludur.

Kuzey Amerika'daki bazı insanların aşırı sağcı politikalara olan ilgisi büyük oranda hâlâ bu anlayıştan kaynaklanıyor.

Şimdi, bu da karmaşık olabilir. Trump koalisyonu bile az ya da çok tutarlı, az ya da çok yüzeysel bir şekilde ırksallaştırılmış insanları bünyesine katmaya çalışıyor, yani bu sadece açık bir beyaz üstünlüğü değil.

“Faşizm” teriminin kullanımının da analitik nedenlerle olduğu kadar retorik nedenlerle de dikkatli olunması gereken bir şey olduğunu düşünüyorum.

Benim için daha önemli olan, faşizmin ve otoriterliğin çeşitleriyle boğuşan hareketlerin, eylemcilerin ve entelektüellerin tarihsel, siyasi ve kavramsal derslerinden yararlanmaktır. Belirli bir anı faşizm olarak adlandırmaya ya da kategorize etmeye karar vermek daha az önemli ve anlamlıdır.

- Direnmek için enerji bulmakta zorlanan insanlara ne söylersiniz? Yeni Sezar adaylarımız karşısında çaresizlik hissedenlere?

Bence piştiğimizi söylemek ya da yenilgiyi erkenden kabul etmek her zaman gereksizdir. Trump’ın tarihsel olarak oldukça korkunç onay oranlarına sahip olduğu, ülkenin son derece karmaşık ve hantal olduğu ve çok fazla ataletin yerleşik olduğu gerçeğini düşünmeye değer.

Aslında belli bir düzeyde itidal ve ayrıştırma yeteneğine sahip olunması gerektiğini düşünüyorum. Önemli mücadeleler nelerdir? Gerçekten büyük sonuçları olan şeyler nelerdir?

Umutsuzluk öğüdünün hiçbir şekilde meşru bir öğüt olduğunu düşünmüyorum. Çok fazla tutarsızlık ve çelişki var ve bunun çözülebileceği pek çok yol var. Bence kırılganlık ve güvencesizlik söz konusu.


https://thetyee.ca/News/2025/03/07/Is-This-Fascism/ adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü’nü; 

Twitter üzerinden takip etmek için buraya, 

Bluesky üzerinden takip etmek için buraya, 

Facebook üzerinden takip etmek için buraya, 

Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız. 


Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi