1 Aralık 2020 Salı

Michael Löwy: Ekolojik kriz ve pandemiye dair 15 tez

Michael Löwy, Crisis and Critique dergisi için mevcut pandemi krizi ve ekolojik kriz arasındaki bağları üretim ilişkileri ve tüketim alışkanlıkları üzerinden irdelediği 15 tezden oluşan bir makale kaleme aldı. Löwy tezlerinde, insanlığın kurtuluş ihtimalinin eko-sosyalizmde olduğunu savunurken, buna dair mücadelenin de, bu mücadelenin birincil öznelerinin geçmiş yüzyılın toplumsal mücadelelerinden farklı olduğunu belirtiyor.

 


I-                 COVID-19 pandemisi, en iyi uzmanlara göre, doğal çevrenin modern tarım tarafından istilasının ve yabani hayvan türlerinin pazarlanmasının bir sonucu. Pandemi, küresel düzeyde ekolojik krizin çeşitli yönlerinden biri. Bireylerin ve malların yeryüzü genelinde muazzam taşınımını beraberinde getiren küreselleşme, virüsün hızla yayılmasına da neden oldu.

 

II-                  Ekolojik kriz, şimdiden 21. yüzyılın en önemli toplumsal ve politik sorunu ve önümüzdeki aylar ve yıllarda daha da fazla olacak. Gezegenin ve dolayısıyla insanlığın geleceğine, önümüzdeki on yıllarda karar verilecek. Birtakım bilim insanlarının 2100 yılı senaryolarına dair hesaplamaları, iki sebeple çok da kullanışlı değil: 1) bilimsel: hesaplanması imkânsız olan bütün geribildirimler hesaba katıldığında, bir asrı kapsayan projeksiyon oluşturmak çok risklidir. 2) politik: yüzyılın sonunda hepimiz, çocuklarımız ve torunlarımız ölmüş olacak, öyleyse kimin umurunda?

 

III-                IPCC’nin (Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli) açıkladığı üzere, ortalama sıcaklık, sanayi öncesi dönemin 1,5 derece üstüne çıkarsa dönüşü olmayan bir iklim değişikliği sürecinin tetiklenmesi riski var. Ekolojik kriz, tehlikeli sonuçları olan çeşitli görünüşlere sahip, ancak iklim sorunu kuşkusuz en çarpıcı tehdit. Bunun sonuçları neler olur? Sadece birkaç örnek: Avustralya’dakinin benzeri mega yangınların çoğalması; nehirlerin yok olması ve arazilerin çölleşmesi, kutup buzullarının erimesi ve yer değiştirmesi, deniz seviyelerinin onlarca metreye ulaşabilecek düzeyde yükselmesi. İki metre yükselme ile Bangladeş, Hindistan ve Tayland’ın çok büyük bölümü ile birlikte Hong Kong, Kalküta, Venedik, Amsterdam, Şangay, Londra, New York, Rio gibi başlıca şehirler denizin altında yok olacak. Sıcaklık derecesi ne kadar yükselebilir? Hangi derecede, gezegendeki insan yaşamı tehdit altında olacak? Bu sorulara kimsenin bir yanıtı yok.

 

IV-               Bunlar, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş felaket riskleridir. İklim değişikliğine bağlı olarak gelecekte gerçeklik haline gelebilecek şeye benzer iklim koşullarını bulmak için milyonlarca yıl öncesine, Pliyosen dönemine geri gidilebilir. Çoğu jeolog, yeni bir jeolojik çağa, Antroposen’e girdiğimiz değerlendirmesinde bulunuyor; gezegenin koşulları insan davranışıyla ne zaman değişti? Hangi davranışla? İklim değişikliği, 18. yüzyıl Sanayi Devrimi ile birlikte başladı, ancak 1945 sonrasında neoliberal küreselleşmeyle beraber niteliksel bir sıçrayış yaptı. Bir başka deyişle, modern kapitalist sanayi medeniyeti, atmosferdeki karbondioksit birikiminden, dolayısıyla küresel ısınmadan sorumlu.

 

V-                 Yaklaşmakta olan felakette kapitalist sistemin sorumluluğu yaygın biçimde kabul edilmektedir. Papa Francis, Laudato Si’de ‘kapitalizm’ kelimesini telaffuz etmeden, yalnızca “kâr maksimizasyonu ilkesi”ni temel alan yapısal olarak bozuk bir ticari ilişkiler ve mülkiyet ilişkileri sisteminin hem sosyal adaletsizlikten hem de ortak evimizin, doğanın tahribinden sorumlu olduğunu açıkça söylüyordu. Ekoloji eylemlerinde tüm dünyada küresel olarak atılan slogan “İklimi değil, sistemi değiştirin” şeklindedir. Sistemin başlıca temsilcileri, her zamanki gibi ticaret savunucuları –milyarderler, bankacılar, ‘uzmanlar’, oligarklar, politikacılar- tarafından sergilenen yaklaşım, 15. Louise’ye atfedilen cümle ile özetlenebilir: “Benden sonrası tufan”.

 

VI-               Sorunun sistemik doğası, hükümetlerin davranışlarıyla gaddarca resmedilmektedir. Hepsi (çok nadir istisnalar hariç) sermaye birikiminin, çok uluslu şirketlerin, fosil yakıt oligarşisinin, genel metalaştırmanın ve serbest ticaretin hizmetinde hareket ediyor. Bazıları –Donald Trump, Jair Bolsonaro, Scott Morrison (Avustralya)- açık biçimde “ekosid”ci (Ekolojiye zarar verici eylem, ekolojik kırım anlamında; ç.n.) ve iklim inkârcısı. Diğerleri, ‘makul’ olanları, belirsiz ‘yeşil’ retoriği ve tam bir eylemsizliği ön plana çıkaran yıllık toplantılarda gidişatı belirliyor. En başarılısı, Paris’teki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı-COP 21, taraf olan tüm devletlerin emisyonları azaltmak için verdiği resmi sözlerle sonuçlanmıştı –birkaç Pasifik ada devleti haricinde tutmadılar-. Bilim insanları, sözlerini tutsalar bile sıcaklığın 3,3 derece daha yükseleceğini hesapladılar.

 

VII-             “Yeşillendirme” devam ederken ve emisyonlar hızla yükselip felaket gitgide yaklaşırken “yeşil kapitalizm, “karbon piyasaları”, “tazminat mekanizmaları” ve “sürdürülebilir piyasa ekonomisi” denilen şeyin diğer manipülasyonlarının tamamen faydasız oldukları ispat oldu. Kapitalizm yani verimlilik, tüketimcilik, ‘pazar payları’ üzerine vahşi mücadeleye, sermaye birikimine, kâr maksimizasyonuna adanmış bir sistem çerçevesinde ekolojik krize çözüm yok. Tabiatı gereği bozuk olan mantığı kaçınılmaz olarak, ekolojik dengenin bozulmasına ve ekosistemlerin yıkımına sebep oluyor.

 

VIII-           COVID-19 pandemisi süresince, malların üretim ve nakliyesinde kayda değer azalma meydana geldi. Bu da karbon emisyonlarını düşürdü, ancak çok sınırlı bir ölçüde. Salgın kontrol altına alınır alınmaz –bir aşının keşfi sayesinde-, “her zamanki işler”e hızlı bir dönüş olacak. COVID-19 krizi sonrasında “her şeyin değişeceğine” ve daha önceki duruma dönüş olmayacağına dair bir yanılsamaya düşülmemeli.

 

IX-                Felaketi önleyebilecek etkili yegâne alternatifler radikal olanlar. ‘Radikal’, kötülüğün kökenine saldırmak anlamına geliyor. Kökeninde kapitalist sistem varsa sistem karşıtı alternatiflere, yani 21. yüzyılın zorluklarına uygun ekolojik bir sosyalizme, eko-sosyalizm gibi anti-kapitalist alternatiflere ihtiyacımız var. Eko-feminizm, toplumsal ekoloji (Murray Bookchin), André Gorz’un politik ekolojisi ya da küçülme gibi diğer radikal alternatiflerin eko-sosyalizm ile pek çok ortak noktası var: karşılıklı etki ilişkileri son yıllarda gelişmiştir.

 

X-                  Sosyalizm nedir? Birçok Marksist’e göre, üretim ilişkilerinin –üretim araçlarının kolektif kullanımı yoluyla-, üretici güçlerin özgür gelişimine imkân verecek şekilde dönüşümüdür. Eko-sosyalizm, Marx’a sahip çıkar, ancak bu yaklaşımdan ve Stalinist ilhamlı verimliliğe dayalı ve anti-ekolojik örnekten açık bir şekilde ayrışır. Tabii ki kolektif mülkiyet vazgeçilmezdir, ancak üretici güçlerin kendileri de dönüşüme uğramalıdır: a) enerji kaynaklarını değiştirerek (fosil yakıtlar yerine yenilenebilir kaynaklar); b) küresel enerji tüketimini düşürerek; c) emtia üretimini düşürerek (küçülme), faydasız faaliyetleri (reklam) ve zarar vericileri (pestisitler, savaş silahları vb.) ortadan kaldırarak; d) planlı eskimeye bir son vererek. Eko-sosyalizm bir dönüşümü de kapsar; demokratik tartışma sürecinin ardından tüketim şekillerinin, nakliye biçimlerinin, şehirciliğin ve ‘yaşam biçiminin’ dönüşümünü. Kısacası, mülkiyet şekillerinin değişiminden çok daha fazlasıdır: dayanışma, demokrasi, eşit ve özgür olma, doğaya saygı değerlerine dayalı olarak medeniyet anlayışının değişimidir. Eko-sosyalizm, verimlilikçi ve tüketimcilik anlayışıyla ayrışır; bunu da daha kısa çalışma lehine yapar, böylece sosyal, politik, eğlencelik, sanatsal, erotik ve daha başka aktiviteler için daha fazla boş zaman ayrılabilir. Marx, bu hedefe “özgürlük âlemi” isimlendirmesiyle atıfta bulunmuştur.

 

XI-                Eko-sosyalizme geçişe erişebilmek için iki kıstasla yönlendirilen demokratik planlama gerekir: gerçek ihtiyaçların karşılanması ve gezegenin ekolojik dengesine saygı. İnsanların kendisi –reklam saldırısı ve kapitalist piyasanın yarattığı tüketim saplantısı ortadan kalkınca- gerçek ihtiyaçlarının neler olduğuna demokratik bir şekilde karar verecek. Eko-sosyalizm, halk sınıflarının demokratik rasyonalitesi üzerine girilen bir iddiadır.

 

XII-              Bu, gerçek bir toplumsal devrim gerektirir. Eko-sosyalist projeyi uygulamak için kısmi reformlar yeterli olmayacaktır. Böylesi bir devrim nasıl tanımlanabilir? Walter Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine” tezlerinden (1940)bir nota atıfta bulunabiliriz: Marx devrimlerin dünya tarihinin lokomotifi olduğunu söylemişti. Ancak belki de olaylar kendilerini bambaşka biçimde sunar. Belki de devrimler, bu trende seyahat eden insanlığın imdat frenini çekme eylemidir”. 21. yüzyıl ifadelerine çevirirsek: Hepimiz intihara doğru giden ve Modern Endüstriyel Kapitalist Medeniyet ismi verilen bir trende yolcuyuz. Bu tren, felaket getirecek bir uçuruma doğru gidiyor. Devrimci eylem, bunu –çok geç olmadan- durdurmayı hedefler.

 

XIII-            Eko-sosyalizm hem bir gelecek projesi hem de burada ve şimdi mücadele için bir stratejidir. “Koşulların olgunlaşmasını” beklemek söz konusu değildir. Toplumsal ve ekolojik mücadeleler arasında yakınsamayı teşvik etmek ve sermayenin hizmetindeki güçlerin en yıkıcı teşebbüsleriyle mücadele etmek gereklidir. Naomi Klein’ın Blockadia dediği şey budur. Bu tür bir seferberlik dâhilinde, mücadeleler sırasında bir anti-kapitalist bilinç ve eko-sosyalizme ilgi ortaya çıkabilir. Fosil enerjiden etkin bir şekilde vazgeçmeyi gerektiren radikal biçimlerinde Yeşil Yeni Mutabakat gibi teklifler bu mücadelenin parçasıdır –ancak ‘yeşil kapitalizm’i geri dönüştürmekle sınırlı olanları değil-.

 

XIV-           Bu mücadelede özne kim? Önceki yüzyılın işçici/endüstriyalist dogması artık geçerli değil. Şu anda meydan okumanın ön safında yer alan güçler gençler, kadınlar, yerli halklar ve köylülerdir. Greta Thunberg’in çağrısı –gelecek için en büyük umut kaynaklarından- ile başlatılan müthiş gençlik başkaldırısında kadınlar epey mevcut idiler. Eko-feministlerin bize izah ettikleri gibi, kadınların seferberliklere bu kitlesel katılımları, onların, sitemin çevreye verdiği zararın birincil kurbanları olmalarından kaynaklanıyor. Sendikalar da zaman zaman katılmaya başlıyor. Bu önemli, çünkü son tahlilde nüfusun çoğunluğunu oluşturan kent ve kır işçilerinin aktif katılımı olmaksızın sistemi alt edemeyiz. Her hareket için ilk koşul, ekolojik hedefleri (kömür madenlerini veya petrol kuyularını ya da kömür yakıtlı santralleri kapatmak vb.), harekete dâhil olan işçilerin güvence altına alınmış istihdamı ile birleştirmektir.  

 

XV-             Çok geç olmadan bu muharebeyi kazanma şansımız var mı? Felaketin kaçınılmaz ve her türlü direnişin anlamsız olduğunu ısrarla iddia eden “çöküş bilimciler” denilen kişilerin aksine, geleceğin açık olduğunu düşünüyoruz. Bu geleceğin eko-sosyalist olacağının bir garantisi yok: bu Pascalcı (bkz. Pascal Bahsi; ç.n) anlamda bir bahsin konusudur; bütün güçlerimizi bir “belirsizlik için emek”e adadığımız bir bahis. Ancak Bertolt Brecht’in muazzam ve yalın bir bilgelikle söylediği gibi: “Savaşan kaybedebilir. Savaşmayan ise çoktan kaybetmiştir”.


            https://crisiscritique.org/uploads/24-11-2020/michael-lowy.pdf?v=1 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

                Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

                  Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için ise buraya tıklayınız

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder